6 Ocak 2009 Salı

HAC, UMRE ve KABE ÜSTÜNE

Her Müslümanın içinde büyük bir hasret konusudur Kabe aşkı… Gören bir daha görmenin iştiyakıyla yanar; görmeyen düşünü görür, ne yapıp edip ulaşmaya çalışır.
Kabe, bütün camilerin merkezi, temsilcisi ve annesidir. Gözlerin ve gönüllerin hedefidir. Allah’ın evi, varlık ve birliğinin simgesidir ki, onun etrafında aşkla dönen mü’minler iman tazelerler ve tazelenirler.
Bazı gönül ehli gitmeden gider, hasretiyle yana yakıla rengine boyanır ve gitmiş gibi olurlar. Bazı gönülsüzler de, gittikleri halde gidememişlerdir. Zira Kabe’ye sırf gövdeyle gitmek mümkün değildir. Bahtsız bir kısım da, gidip hacı olur ama, hacı kalamaz. Bu kalamayışla da hacca, hacılığa ve hatta doğrudan doğruya dine, imana laf ettirirler.
Bu sebeple, “Hacı olmak kolaydır amma, hacı kalmak zordur” denilmiştir.
Bir kısım mü’min, hacla, umreyle arındıktan sonra, “Dünyaya bulaşmayayım” diye toplumun dışında kalmaya çalışır. Bir kısmı da, haccı ,umreyi ranta çevirir. Tabii ki ikisi de çok yanlıştır.
Kabe ziyaretinin ne anlama geldiğini idrak eden, bu sebeple de oradan melekleşerek dönen ve toplumun sevgilisi haline gelen gönül ehli çok şükür ki çoğalmaktadır. Bu güzel insanlar, Yunusça düşünür ve kalp kırmayı, Kabe yıkmaktan daha kötü bilirler. Bir gönül ziyaretini de Kabe ziyareti sayarlar.
Bizim ülkemizde, yıllar yılı Hac yasaklanmıştı. Hacca gidiş resmen engellenmişti ama, gönüllerdeki Kabe aşkı söndürülememişti.
O günlerde, “Kabe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter!” diye çılgınlaşan şairler vardı.
Halbuki Kabe, bu milletin kıblesiydi, mukaddeslerinin timsaliydi. Gözlerden silinse de, gönüllerden asla silinemezdi.
Böyle olduğu içindir ki, resmen yasaklanmış olan Hac ve Umre, fiilen önlenememişti. Bastırılması mümkün olamayan Kabe aşkıyla harekete geçenler, mayınlı sahalarda, canlarını tehlikeye atarak Beytullah’a yürümüşlerdi. Yayan yapıldak, bin bir tehlikeyi göze alarak, bazen sınırlarda kaçakcılık yapanlardan yararlanarak, bazen vicdanının sesini dinleyen jandarmaların insafına sığınarak gitmişler, bazen de mayın kurbanı olarak Kabe yolunda ölmüşlerdi.
Adeta, “Varamasam da, yolunda ölürüm ya!” diyen karınca gibi düşünüyorlardı.
İşte o cefakar insanlardan biri de Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Alimdi, hatipti, hocaydı ve İstiklal Harbi gazisiydi. Mekke ve Medine düşman etkisine girmesin diye,hayatını ortaya koyarak, MM teşkilatını kurmuş ve İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırılmasının önemli bir ayağı olmuştu.
Haccın yasaklandığı günlerin birinde, bir rüya gördü. Hem de ne rüya… Osmanlı dedelerimizin rüya demediği rüyalardan biriydi bu. Zira içinde Efendimiz (s.a.v) vardı.
Şöyle anlatır:
“-Koskocaman bir meydanda on binlerce insan toplanmıştı. İğne atılsa yere düşmeyecek denilen cinsten bir kalabalıktı bu. Yaklaştım ve bu müthiş kalabalığın sebebini sordum.
“-Efendimiz (s.a.v) teşrif buyuracak” dediler.
Ben de oradaki herkes gibi, büyük bir heyecanla gözümü gökyüzüne dikip Güzeller Güzeli’ni beklemeye başladım. Biraz sonra, gökyüzünden büyük bir el, nurlar saçarak yeryüzüne doğru uzandı ve gel gel der gibi açılıp kapanmaya başladı.
Yanımdaki insanlara, bunun ne demek olduğunu sordum. “Efendimiz (s.a.v) seni çağırıyor” dediler.
Heyecanım son haddine gelmişti.
“-Geleceğim Ya Resulallah, geleceğim inşaallah!” diye seslendim. Sevinç gözyaşlarım sel olmuştu ki uyanıverdim…
O zor günlerde Efendimiz’e (s.a.v) nasıl gidilirdi? Maddi yollar bütünüyle kapalıydı.
İşin içinden çıkamadım. Suriye sınırından kaçakçılarla anlaşıp geçip gitmek de içime sinmedi. Doğruca Ankara’nın yolunu tuttum. Emniyet Genel müdürü Rıfat Bey, benim Milli Mücadele günlerinden mesai arkadaşımdı. Ona başvurdum.
“-Hocam, durumu biliyorsun. Normal yollardan Hacca gitmenin imkanı yok” dedi.
Mecbur kaldım ve Efendimiz’in davetini Rıfat Bey’e de anlattım. Eski arkadaşım rüyamdan çok etkilemişti.
“-Hocam, merak etme, ne pahasına olursa olsun seni Efendimiz’e göndereceğim. Ancak bana biraz zaman ver” dedi.
Ben de teşekkür edip beklemeye başladım. Nihayet, üç gün sonra bulabildiği çözümü, özür beyan ederek bana bildirdi.
İstanbul’dan İskenderiye’ye giden bir yük gemisine binecektim. Ancak bir yolcu olarak görünmem sakıncalı idi. Bu sebeple de, gemide aşçı yamağı olarak görünecektim. Görevim bulaşık yıkamak olacaktı.
Rıfat Bey’in, utana sıkıla açıkladığı bu çözümü tereddütsüz kabul ettim. Güzeller Güzeli’nin davetine icabet edecektim ya aşçı yamaklığının sözü mü olurdu. Daha zor ve ağır bir görev de olsa, o yola çıkmaya hazırdım. Çünkü içimin yangını günden güne dayanılmaz bir hale geliyordu.
Sonunda kararlaştırılan gün geldi. Aşçı yamağı olarak İstanbul’dan bindiğim yük gemisinden, İskenderiye ‘de hacı adayı olarak indim. Oradan da bedenen epey zahmetli ve fakat gönülce çok rahmetli bir seferden sonra, Mekke’ye, Kabe’ye ulaştım. Hac’dan sonra da Efendiler Efendisi’ne kavuştum.”
Şimdilerde, lüks uçaklarla, birkaç saat içinde hacca, umreye giden mü’minlerin o günleri unutmaması ve şükürlerini çoğaltması gerekir diye düşünüyorum. O günlerden bu günlere kolay gelinmedi. Bu gelişte emekler, gayretler, terler ve bol gözyaşı bulunmaktadır.
İnönü döneminin Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmed Hamdi Akseki merhum, hacca gitmek için Cumhurbaşkanı’ndan izin istemişti. Ancak İnönü, “Bu sene (1950) seçim var, gidişiniz bizim aleyhimize yorumlanır. Daha sonra gidersiniz” diyerek, Diyanet İşleri Başkanı’nın haccına bile müsaade etmemişti.
Ne var ki, değerli ve faziletli Alim Ahmed Hamdi Akseki,1951 yılında vefat etti ve dolayısiyle de hac yapamadı.
Benim haysiyetli Hacı Annem Münevver Ayaşlı ise, yıllar yılı imkânı müsait olmasına ve yollar açık bulunmasına rağmen hac yapmamıştı.
“-Niçin hacca gitmiyorsunuz?” diyenlere de şu cevabı vermişti:
“-Ben, Devlet-i Aliye devri çocuğuyum. Babamın görevi gereği Selanik’te doğdum. Mekke Medine’de, Lübnan’da okudum. Dolayısiyle de mukaddes topraklara benim çocukluğumda büyükelçi değil idareci gönderilirdi. Oralar sınırlarımızın içindeydi. Şimdi Mekke’ye, Medine’ye pasaportla gitmek zoruma gidiyor, ağır ve acı geliyor bana. Kaldırın pasaportu, vizeyi, hemen düşerim yollara…”
Tabii ki, daha sonra, harika bir tarzda hac farizasını da ifa etti ama, rahmetli bu sözleriyle bize bir mesaj vermek istiyordu. Umarım, bu mesajı hacca ve umreye giden her mü’min alabilir ve daha dün denecek yakın bir zamanda milletimizin yaşadıklarını, gerekli dersleri çıkararak bir daha hatırlar. Buna mecburuz. Çünkü giderek hafızasız bir millet oluyoruz. Ben söze, “Haccın yasaklandığı günlerdeydi” diye başlayınca, az buçuk mürekkep yalamış olanlar bile, hayretler içinde:
“-Allah Allah, bu ülkede hac da mı yasaklanmıştı” diyorlar.
Hac ve umre yapabildiğimiz için daha çok şükredelim ve unutmayalım ki, dünü bilmeyenin geleceği aydınlık olamaz

Hiç yorum yok: